Ünlü Fransız şair La Fontaine’i hayvan hikâyeleri ile tanımayanımız yoktur. Hele “Ağustos Böceği ile Karınca” hikâyesini bilmeyen var mıdır? Ağustos Böceği yaz boyunca cırcır öter, Karınca ise yuvasına yemek taşır. Sonra kış bastırınca, Ağustos Böceği, Karıncadan bir lokma yiyecek ister, o da “Sen bütün yaz ötüp durdun, ben de yuvamı doldurdum” der.
Hemen her çocuğa anlatılır kıssadan hisse olarak… (Gerçi günümüzde anlaşılmıştır ki; Ağustos Böceğinin yaşamı kışa kadar sürmediği… Neyse bizim konumuz bu değil.)
Meğerse La Fontaine’in başka marifetleri de varmış, pek bilinmez ama usta bir dalkavukmuş, saray dalkavukluğunu yaparmış.
Zaten devir öyle bir devir ki; bazı sanatçıların, edebiyatçıların, şairlerin sırtlarını dayadıkları bir asilzade her zaman olurmuş.
La Fontaine de o günlerde Lüksemburg sarayı’nda dük’ün himayesindeymiş, lakin bir gün ‘dük’ kendisine kızmış ve onu görünce arkasını döner olmuş. Dalkavuk bu, her davranışı lehine çevirecek, dük’e yanaşmış: ”Bu davranışınız beni ne kadar sevdiğinizi gösteriyor.” Dük pek bir şey anlamamış, yüz vermiyor sırtını çeviriyor, o ise hala kendisine olan sevgisinden söz ediyor…
İşte dalkavukluk burada belli olur, el ayak öperek değil: “Muhterem dük hazretleri, arkanızı dönerek bana ne kadar güvendiğinizi gösteriyorsunuz, insan düşmanına arkasını döner mi?”
Dalkavukluk deyip geçmeyin, bugünkü yağcılara, yalakalara bakın, nerede La Fontain’deki incelik…
*************
1970’li yıllar, bir laf çıkmıştı, ”komünistler geliyor” diye… Tabi kaçan kaçana...
Maymun bakmış herkes kaçıyor, o da başlamış koşmaya. Sonra birden aklı başına gelmiş: ”Be hey aptal maymun, senin ne evin var, ne kürkün var, ne yurtdışına çıkman var. Üstelik kıçın da açık… Sana ne komünistlerden” deyip kaçmaktan vazgeçiyor.
Yine memleketin birinde, Kaplumbağa görülmemiş bir hızla koşuyormuş. Tavşan güçlükle peşinden koşup yetişmiş: ”Kaplumbağa kardeş, ne oldu sana? Niye böyle kaçıyorsun?”
Kaplumbağa nefes nefese: ”Cunta geliyormuş…”
Tavşan şaşırmış: ”Canım sana ne cuntadan?”
“Olur mu tavşan kardeş, ya beni fil sanıp asarlarsa…”
Tavşanın aklı iyice karışmış: ”Kaplumbağa kardeş sen fil değilsin ki..”
“Fil olmasına fil değilim ama fil olmadığımı anlatıncaya kadar beni çoktan ipe çekerler!”
Şimdi bu hikayeler Türkiye’ye uyar mı? Uymaz ama, ya uydurmaya çalışılırsa!.
************
Eh bu kadar hayvan hikayelerinden sonra “eşekten” bahsetmezsek olmaz!
Örneğin “Eşeğe binmeden ayaklarını sallamak.” Bir iş daha tasarım durumundayken sanki o iş olmuş bitmiş gibi sevinenler için söylenirmiş. ”Hele bekle iş gelişsin, eşeğe binmeden ayağını sallama.” gibi…
***********
“EŞEĞE gücü yetmeyip, semerini dövmek.”
Bunu az çok herkes bilir, ”Güçlü birine bir şey yapamayınca onun emri altındakilere sataşmak, hırpalamak.”
Örnek, ”Seninki de iş mi? Eşeğe kızıp semerini dövüyorsun!”
************
“EŞEK kuyruğu gibi, ne uzar ne kısalır!
Gelişme olanağı olmayan bir şeyden söz ederken, ”Oğlum boşuna uğraşma, ne rüşvet yedirmesini biliyorsun, ne rüşvet yemesini, ne döneksin, ne yalaka, onun için senden hayır gelmez, senden ne köy olur ne kasaba, eşeğin kuyruğu gibi ne uzarsın, ne kısalırsın!”
Tecrübesi bedava, bir eşek bulursanız kuyruğuna asılın, bakalım uzayacak mı?
************
“EŞEKLİK ETME.”
Eşeğin günahına girmişler, sonradan pişman olacakları bir halt yiyenler, özür dilerken eşeğin günahına girerler:
“Kusura bakma bir eşekliktir yaptık!”
Bre mübarek eşeğin günahı ne?
************
“EŞEKTEN düşmüş karpuza dönmek.”
İşte bu çok önemli! Eşeği düşünün, sırtındaki semerden düşen karpuz ne olur?
Patlar, parçalanır… Berbat olur! Perişan olur!
Örnek mi istiyorsunuz?
Pışşşıııık…
(Düşündüm! Taşındım! Somut bir örnek! Bulamadım!)
İnsanlar ve Hayvanlar dedik ama, yine de “Marifet” insanlarda. Bu yazıyı da Celal Vardar’ın üç mısrası ile bitirelim.
MARİFET
Suya dokunmazmış
Sabuna dokunmazmış
Pise bak!
Suya sabuna dokunalım ki, ülkemizdeki bilaistisna tüm virusları yok edelim.
İYİ SEYİRLER…