Delikanlı on sekiz yaşını henüz yeni bitirdi. Kısa yoldan hayata atanmak adına imam hatiplik sınavına girdi ve kazandı. Çok geçmeden Anadolu’nun bir köyüne atandı. Büyük ümitle rızai ilahi adına bir şeyler yapabilmek arzusuyla görevine başladı. Köyde camiye gelen tek bir cemaati vardı. O da caminin hemen yanında ikamet ediyordu. O cemaatte, öncelikle yeni atanan imamı kafaya almak adına önceki imama atıp tuttu. Yeni imama methiyeler düzdü. Caminin hemen bitişiğinde oturduğu için beş vakit namaza gelmeye çalışırdı. Çoğunlukla üzerindeki çizgili pijamasıyla camiye gelir ve imam kendi başına namazı kılıp çıkarken kapıdan girerdi. İmamın yüzüne bir şey diyemez ama arkasından ‘’İmam, camiye geldiğimi istemiyor, beni çok beklemiyor. Namazı kendi kılıp gidiyor’’ türü tabiri caizse bir çuval dedikodu yapardı.

Genç İmam, hak etmediği halde ayyuka çıkan dedikoduları duydukça üzülüyordu. Özellikle sabah namazında beklemiyor ve kısa okuyor şikâyetine çok içerliyordu. Çünkü soğuk kış günü soba yanmadan camide tek kişiyi yarım saat beklemek zordu. Bu nedenle sürekli olarak camiye geç gelen ve dedikodu yapan cemaatine ‘’Senden başka camiye gelen yok. Sende sabah ezan okunduktan sonra çok beklemeden gel namazı kılalım. Camide sobamız yok. Bak hava da çok soğuk. Her halde benimde hasta olmamı istemezsin’’  diye tembih etti ama nafile.

Genç İmam, baktı tembih fayda etmiyor, o halde başka bir formül aramalıyım diye düşünmeye başladı. Akşam eve gelince hanımına, ’’Hanım, sabah namazına giderken kışlıklarımı giyinmem lazım. Onun için ne kadar sıcak tutacak yünlü kışlığım varsa hazırla. İş inada bindi…’’ dedi. Sabah namaza giderken üç dört tane kışlığını üst üste girdi. Bu arada özel olarak aldığı meshini de giydi. Kendini soğuğa karşı tam olarak sağlama aldı. Namazda, ezbere bildiği en uzun süreyi okumayı planladı. Sabah namazına gitti. Ezanı okudu. Her namaza gecikmeli olarak gelen cemaatini başladı beklemeye.

Vatandaş yine normal pijamasıyla camiye geldi. İmamın kendini beklediğini görünce, ‘’Demek ki benim arkasından konuşmam işe yaradı’’ diye düşündü ve hemen iki rekât sünneti kıldı ve farza beraber durdular. İmam, birinci rekâtta başladı Yasin suresinin tamamını (altı sayfa) yavaş yavaş okumaya. İkinci rekâtta ise Mülk süresini (iki buçuk sayfa) okudu. İmam soğuğa hazırlıklı olduğu için sıkıntı yoktu ama cemaat tir tir titriyordu. Fakat namazı da bozamıyordu. İmam sağa selam verince, sol tarafa selam vermesini beklemeden -pufff!- diyerek kendini zor evine attı.

 İmam öğlene doğru köy kahvesine giderken, köy meydanından son surat bir taksi geçti. Bu da neyin nesi derken, sokak başında kadınların, ’’Falan çok hastaymış, namazda üşütmüş. Acil doktora götürdüler’’ diye konuştuklarını duyunca, Genç İmam, ‘’Adama bir şey olursa müsebbibi ben olurum’’ diye çok korktu ama hiç bozuntuya vermedi.

 Akşama doğru köye haber geldi. Adamı acil hastaneye almışlar ve 15-20 gün yatacakmış. Doktor, ‘’Bu kadar nerede üşüttün?’’  diye sormuş. Bunu duyunca İmam, -adam ya ölürse- diye biraz daha korktu. Utana sıkıla iki üç gün sonra hastaneye ziyaretine gitti. İmam odaya girince hasta yatağında yatan adam, ’’ Hocam, özür dilerim. Ne olur elini uzat öpeyim’’ dedi. İmam bir anlam veremedi. Sadece ‘’Olmaz’’ diyebildi. Adam ısrar edince, hanımı, ‘’Hocam, ne olur, elini ver de öpsün. Yoksa bu rahat edemez. Başımıza bela olur’’ dedi. İmam, elini uzattı ve adam imamın elini öptü. Ve ‘’Bir daha mı hocam, imamın işine asla karışmam. Bir karıştım az gitsin zatürreden ölecektim. Soluğu hastanede aldım. Bana iyi bir ders verdin. Cemaat ne derse desin, imam bildiğini okur derlerdi de inanmazdım. Demek doğru imiş.’’ dedi. Ve bir daha imamın işine asla karışmadı. Arkasından dedikodusunu yapmadı. İmamın en samimi dostu oldu. İmamın, o köyden ayrılmasının üzerinden 35-40 sene geçmesine rağmen imamla dostlukları devam eder. Düğünde bayramda sürekli bir birlerini ararlar. Hani atalarımız boşuna dememişler ‘’bazen bulanmayınca, durulmaz’’ diye.

Özetin Özeti: Her mesleğin kendine göre zor bir yönü vardır. Ama imamlığın zor yönü daha çoktur. Biz İmam Hatip Lisesi’nde okurken, bizlerin daha çok hal ve hareketlerine dikkat etmesini teşvik için öğretmenlerimiz hep beyaz sarık örneğini (en ufak leke görülür) verirlerdi. Bazen toplumda -sallabaşını al maaşını- gibi çok yanlış lanse edilen (rahatlık açısından) bu meslek gerçekte tabiri caizse ateşten gömlektir. Veballi meslektir. Biraz açacak olursak, görünen yüzünde eksiklik, hata olması durumunda bir şekilde telafi edilir ancak görünmeyen yüzü (ahiret) insanı eritir, uykularını kaçırır. Saçını sakalını ağartır.

Diğer taraftan çevre veya cemaat tarafından imamın, yediğine, içtiğine, giydiğine, gezdiğine, top oynadığına, 19 yaşındaki genç delikanlı imamın 79 yaşındaki gibi yaşamadığına bazen yakinen bazen uzaktan karışılır. (Nezaket kuralları içerisinde, gelecekte zarar görmemesi için bire bir uyarılması farklıdır) Özellikle küçük yerlerde bu durumlara daha çok rastlıyoruz. (İlçeye- köye gittiğimde veya evlerde sohbet ederken denk gelince, uyarmaya çalışıyorum) Hâlbuki aynı cemaat başka bir resmi kuruma gittiğinde çok farklı davranabiliyor. Teşbihte hata olmasın kuzu oluyor.

Sizi bilmem amma ben, namaz öncesi abdest alıp şadırvanda beklerken, namazı kılıp cami bahçesinde sohbet (dedikodu) ederken imamın dedikodusunu yapanları görünce üzülüyorum. Niye üzülüyorum? Çünkü yirmi yedi derece daha sevap kazanmak niyetiyle camiye gelip, sonra da afaki dedikodularla eve borçlu dönme tehlikesi olduğunu din âlimlerinden duyduğum ve Sad-i Şırazi’nin, ‘’Çocukluğumda bir gece ibadet etmek niyetiyle geç vakte kadar babamla oturmuştum. Bir ara pencereden dışarı baktığımda, komşu evlerin karanlık olduğunu görerek, ‘Baba’ dedim. ’Ne olurdu şu evdekiler de kalkıp iki rekât namaz kılsalardı. Ölü gibi uyuyorlar.’ Babam beni şaşırtan şu cevabı verdi. ‘Canım oğlum! Bu ibadetinden dolayı kendini üstün görüp, halkı çekiştireceğine, keşke sende uyusaydın. Şunu da unutma ki, ‘gurur veren ibadettense Allah’a yaklaştıran günah daima efdaldir.’’ Diye anlattığı ibretlik hikâyesini okuduğum için.

İmamlarımız, doğduğumuzda kulağımıza okuduğu ezanla ismimizi koyar, evlenirken dini nikâhımızı kıyar, ölünce salamızı verir, cenazemizi yıkar, namazımızı kıldırır, kabre koyunca telkinimizi verir. Aradan zaman geçip en yakınlarımız bile bizi unuttuğunda, onlar toplu duadan hediyeler gönderir. Vesselam bence, imamlara epey ihtiyacımız olacak. Onun için, söylemlerimize, eylemlerimize daima dikkat etmek lazımdır diye düşünüyorum. Bilmem siz ne dersiniz?

Gündemde olan 3600 ek gösterge sanki sadece imam arkadaşlara verilmiş gibi (verilebilir de)  -bahane ederek- sosyal medyada onların üzerinden dine diyanete, mihraba, minbere, kürsüye lisanı galiz ile yapılan yorumlara şahit oldum. Bu husus çok çok yanlış ve veballi bir tutum olup, kesinlikle yazılan her kelimeye hassasiyet gösterilmesi elzemdir. Bilinçli olarak söylenen bir kelime Allah korusun insanı dinden de çıkarabilir. Çünkü dinsiz ilim kör, ilimsiz din topladır.

 Allah hepimizin yardımcısı olsun. Bilmeden yapılan hatalarımızı affeylesin…

*

Adam dedi:

Artık gideni yermem, geleni övmem

İmam bildiğini okusun, ben bilmem

İki kelam ettim, gözümü acilde açtım

Azrail peşimden koştukça, ben kaçtım

…………………………………………

Meğer her mesleğin bir zor yönü varmış

Benim dedikodulara, hoca alınıyormuş

Anladım ki, imam bildiğini okuyormuş

Cahillik yaptım, bak ölümün eşiğindeyim

Hakkını helal ette, ölmeden helalleşeyim

Bir daha imamın işine asla karışmam beyim

Salimen köye gelirsem, sana kuzu keseyim

*

İmam dedi:

Ben, görevimi önce rıza-i ilahi için yaparım

Lüzumsuz dedikodu yapanlara kafayı takarım

Dua et ki, Yasin – Tebareke idi en uzun ezberim

Bir daha benim işlerime karışma, olmaz mı beyim

Cami Allah’ın evi, ben hizmetkârı, dostça geçinelim

Akıbet, ne sen zatürre ol, ne de ben günaha gireyim

Kuzu istemem, uslu duransan hakkımı helal ederim

Hadi Allaha ısmarladık, vakit yaklaştı ben köye gideyim