Siyasette uzun yıllardır son derece ustaca bir algı yönetimi yürütülüyor. Ülkeyi yönetenler, gerçeklerin üstünü örtüp ısrarla farklı açıklamalar yapıyorlar. Hemen her gün ekranlardan, örneğin ekonomik gerçekler; enflasyon ve işsizlik verileri, açlık ve yoksulluk sınırları halka doğru yansıtılmıyor.
Fahiş fiyatların stokçular ve büyük marketler tarafından oluşturulduğu, bugün yaşanan ekonomik krizin dış güçlerden kaynaklandığı, ülkede açlık diye bir şeyin olmadığı, aksine bolluk olduğu, gece yarısı zammından önce benzin alma derdine düşenlerin meydana getirdiği benzin kuyruklarının bolluğu yansıttığı söyleniyor.
Algı yaratma ve gerçek dışı iddialar konusunda o kadar ileri gidiliyor ki... İktidar; ülkede kendilerinden önce elektrik olmadığını, insanların gaz lambalarıyla oturduğunu, evlerde buzdolabı ve fırının bulunmadığını, yıllar önce açılmış üniversitelerin bile -örnek, 1982 yılında açılan Van 100. Yıl Üniversitesi- kendileri tarafından açıldığını söyleyebiliyor.
Gezi eylemlerine katılanların cami yaktıkları, camide bira içtikleri, başörtülü bacıya saldırdıkları gibi gerçekliği bugüne kadar ispatlanamamış olaylar üzerinden nefret algısı yaratıyorlar.
Ekonomi gözlerdeki ışıktır diyen Bakan Bey, “…bir uyuyun, 6 ay sonra uyanın… Çok farklı noktalara gideceğiz, çok farklı noktalara…” sözleriyle insanlarda beklenti algısı uyandırıyor.
Mesela iktidarın grup başkanvekili bir kadın çıktı ve “Bu ülkede AK Parti gelene kadar ‘kadın’ kelimesinin adı yoktu” dedi. Zırt pırt din değiştiren bir oyuncu hanımefendi de “Atatürk kadına seçme, Erdoğan seçilme hakkı getirdi. Kürt kardeşlerimiz bireysel oy kullanma hakkını Ak Parti döneminde kullanabilmiştir. Ak Parti’den önce Kürtlerin oy kullanma yetkisi aşiret reisi veya ağalardaydı. Devlet de bu ağaları destekler ve halk onların esaretinde yaşardı. Ak Parti döneminde bu esaret son bulmuştur.” diye twit attı, iyi mi?
Pandemi sürecinde yaşanan veri paylaşımlarının tutarsızlığına hiç girmeyeyim. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir elbette ama asıl soruna gelmek istiyorum.
Algı dedik de esasında bu kavramın temelinde yatan, gerçekleri çarpıtma olgusudur. Gerçekler nasıl çarpıtılır? İçine yalan katarak… Sürekli aynı yalanları dinleyen halk bir süre sonra yalanı doğru kabul eder, tıpkı bizde olduğu gibi…
14. yüzyılın en büyük düşünürlerinden ve tarihçilerinden İbni Haldun, “Mukaddime” adlı dev eserinde bu konuda şunları söylüyor: “İnsan bir fikre, mezhebe taraftarlıkla karışırsa kendisine söylenen her şeyi doğru kabul eder. Yalanı doğrudan ayıramadığı için de davranışları yalanlarla şekillenir.” Ve devam ediyor büyük filozof: “İnsan ilk ağızdan kendisine söylenen yalanlara inanırsa gerçek ve doğruyu ayırt edemez. Yalanı söyleyenlerin amacı insanları gerçeklerden saptırmak, asıl görülmesi gerekenleri göstermemeye çalışmaktır. Toplumun birçoğu da gerçek ortada olduğu halde onu göremez.”
İnsanın sorgusuz sualsiz her söylenene inanması karşısında Kur’an şöyle uyarmaktadır: “Onların çoğu ancak sanıya uyarlar. Gerçekten yana sanı bir şey ifade etmez. Doğrusu, Allah yaptıklarını bilir.” (Yunus, 36)
San, sanı, sanmak ya da zan, zannetmek hepsi aynı anlama sahip. “Ben öyle olduğunu sanmıştım ya da filanca kişi doğruyu söylüyor zannetmiştim. ” gibi…
İddia sahipleri iddialarını ispat etmekle yükümlüdür. Bunun içinde sağlam kaynaklara ve delillere gerek vardır. İnsanlar, özellikle siyasilerin ve din adına konuşanların söylemlerine şüpheyle yaklaşmalıdır. Kur’an insandan doğruyu araştırmasını istiyor. Zina iftirası atılan kadınlar hakkında bile dört şahit getirilmesini şart koşuyor. Yani Kur’an, delilsiz, şahitsiz hiçbir iddianın kabul edilmemesi uyarısında bulunuyor.
İbni Haldun, “Adaletsizlik medeniyeti mahveder” diyor. Ona göre sağlıklı bir toplum ve düzenli bir şehrin oluşabilmesi için öncelikle sağlıklı ve ahlaklı bir devletin olması gerekmektedir. Çünkü devlet denilen yapı güç ve ahlak ile meydana gelmiştir. Elbette İbni Haldun, çağının çok ötesinde bir düşünürdür. Ancak ben bunun bir döngü olduğu düşüncesindeyim. Yani sağlıklı, ahlaklı bir toplum da kendisi gibi bir devlet yönetimi yaratır. Bunu da araştırıp sorgulayarak, hesap sorarak, kendini eğiterek ve örgütlenerek gerçekleştirir. Eğitimli ve örgütlü toplumlar, devlet kademelerinde yolsuzluk yapılmasına ve adaletsizliğe asla izin vermezler. Çünkü böyle bir toplum tarihten ders alır ve “bir devletin çöküş nedenlerinin her zaman ahlâki çöküşle” başladığının bilincindedir. Devletlerin çökmesi demek, ülkelerin çökmesi demektir. Adaletsiz yönetimler aynı zamanda da ahlaktan yoksun yönetimlerdir. Allah ise adaleti emretmektedir. “Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak Allah için tanıklık edenler olun.” (Nisa 135)
Yalanı doğru kabul ederek, sosyal sadakalarla yönetilen; asgari ücret ve asgari emekli maaşı ile asgari bir yaşamdan öte hayal kuramayan, çocukları hatta torunları bile borçlu doğan halkların sonu hüsrandır. Halk açlık içinde kıvranırken, körü körüne biat ederek ülkenin başına getirdikleri ehliyetsiz ve liyakatsiz yöneticilerin saraylarda saltanat sürmesini normal kabul edenlerin sonu hüsrandır. Zira İbni Haldun’un son derece isabetli teşhisiyle, güce, zenginliğe kapılan yöneticiler yozlaştıkça devlet yozlaşır, yozlaşma büyüdükçe de çöküş başlar. Yine İbni Haldun’a müracaat edelim: “Devletin asli görevleri toplumları korumak kadar onların bütün ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli koşulları inşa etmektir. Devlet, yönetimini ele aldığı insanlara eşit davranmak zorundadır. Kendisine yakın olanları kayırmamalı ve haksızlığa yol açacak davranışlar içerisinde olmamalıdır. Devlet kendi halkına karşı değil, halkını tehdit eden düşmanlara karşı savaşmalıdır.”
Hani halkın yalanı doğru kabul etmesi dedik ya, bu durum siyasi makamlar için de geçerlidir. Uzun yıllar ülke yönetiminde söz sahibi olanlar, makamlarını kaybetme korkusuyla her yolu denerler. Gerektiğinde ülkenin güvenlik güçlerini bile saltanatlarını sürdürmek için kullanmaktan çekinmezler. Zamanla öyle bir hal içine girerler ki yaptıkları her şeyin doğru olduğuna inanırlar. Yani onlar da yalanı doğru kabul ederler. Kendilerini ülke için vazgeçilmez görmeye başlarlar. Koltukları biraz sallanmaya başladığında kaybetmemek için yapamayacakları hiçbir şey yoktur. İşte halkın, bu durumu çok iyi kavrayıp gerçeklerin/tehlikenin farkına varması gerekmektedir.
Ne diyor Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”
Düşünen ve gerçekleri araştıran insan doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt eder.
Ve Kur’an ile soralım: “Hiç düşünmez misiniz?”
Kaynak: İbni Haldun, “Coğrafya Kaderdir” Yayına hazırlayan: Mesud Topal. Destek Yayınları, Nisan 2022