Basından okuduğumuz kadarıyla Türkiye’de son 10 yılda kadına şiddet, taciz ve tecavüz 14 kat artmış. Son 4 yılda işlenen kadın cinayeti sayısı ise 800’ü geçmiş. Son günlerde neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor. (İki gün içinde tam beş kadın cinayeti işlendi.) Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin neden bu kadar arttığı konusunda uzmanların ciddi bir araştırma yapmaları gerekiyor. Zira iş, kadın öldürmeye gelince eğitimlisi, eğitimsizi, zengini, fakiri, genci, yaşlısı, fark etmiyor. Üstelik de 13 yılı aşkın bir süredir, dinî referanslı bir parti iktidarda iken bu durum kafaları biraz daha karıştırıyor.
Müslüman ülkelerin içinde, kadının sosyal statüsünün eşitlendiği tek ülke; Türkiye.
Kadınlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ile vatandaşlık haklarına kavuştular. Seçme ve seçilme hakkı elde ettiler. Erkekler ile eşit şartlarda iş hayatındaki yerlerini aldılar. Tüm bu kazanımların yanı sıra ne yazık ki 21. Yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ ezilmekten, horlanmaktan, öldürülmekten kurtulamadılar. Acaba öldürülmek bizim kadınlarımızın fıtratında mı var? Namus cinayeti, töre cinayeti, zorla evlendirilme, tecavüz, dayak, hepsi kadınlar için. Erkeğe göre daha zayıf ve narin bir yapıda yaratılmış olması, kadının her türlü şiddeti görmesine, öldürülmesine bir bahane midir? Geçmişten günümüze kadına layık görülen tüm bu muameleleri Kur’an reddetmektedir.
Her ne kadar birileri, “kadın ve erkek eşit değildir” dese de, Kur’an bunun tam tersini söylüyor. Şahsım adıma bu yorumu yapabiliyorum ancak konuyu çok değerli bir akademisyenin açıklamalarıyla vermek daha yerinde olacaktır. Bu nedenle, yakın zamanda kaybettiğimiz rahmetli Prof. Dr. Salih Akdemir’in kadın konusunu ele aldığı “Tarih Boyunca ve Kur’an-ı Kerim’de Kadın” başlıklı bilimsel makalesinin son bölümünü burada paylaşmak istiyorum. Faydalı olması dileğiyle;
“… ‘Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, iyiliği anlatırlar; kötülükten alıkorlar.’
Dostlar demek birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kur'ân-ı Kerim bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur'ân-ı Kerim'in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği söz konusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak cahil kalması sonucunu da doğurmuştur. Cahil kalan bir annenin çocuğunun yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Kur'ân bu iki cinsin bir arada bulunmasını, iyiliği anlatıp kötülükten alıkoymasını buyurmaktadır. Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerim, hem mü'min erkeklere hem de mü'min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini ima etmek için, başlarını eğmelerini söylemektedir. Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir.
İşte, kadının toplumdan soyutlanması, cahil bırakılmasını, cahil bırakılması ise, toplumun geri kalması sonucunu doğurmuştur. Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır: Mü'min erkekler ile mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, iyiliği anlatır, kötülükten alıkorlar. Gerçek bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır. On dört asırlık erkek uygulaması bu hedefe ulaşmada yetersiz kalındığını açıkça gözler önüne sermektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, kadın ile erkek arasında hiçbir ayırım yapmamakta, her ikisine de aynı hak ve yükümlülükleri tevdi etmektedir. Ancak, kadın aleyhtarı yabancı kültürlerin İslâm'a girmesi sonucu, kadın asırlar boyu aşağılanmış ve toplumdan adeta soyutlanmıştır. Ve hâlâ soyutlanmaya devam edilmektedir. İşte kadının toplumdan soyutlanması ve cahil bırakılması sonucudur ki, insanlığın en azından yarısı âtıl, işe yaramaz hale getirilmiştir. Oysa ki, erkeklerle aynı hak ve sorumluluklara sahip olan kadın, tıpkı erkek gibi devlet başkanlığı da dâhil olmak üzere onun yapabileceği bütün işleri ve görevleri yapabilir. Aksi görüşte olanlara önerim, Belkıs kıssasını dikkatle okumalarıdır.
Şurasını hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, mutlu bir gelecek, kadın ve erkeğin el ele vererek insicamlı bir şekilde çalışmalarına bağlıdır. Şu halde yapılacak en ciddi işlerden birisi de toplumun ihmal edilmiş olan bu kesimini yeniden topluma kazandırmak olmalıdır. Bu da ancak planlı bir eğitim politikası ile gerçekleşebilir.
Kur'ân-ı Kerîm, her ne kadar insanlar arasında kadın ya da erkek olmaları bakımından hiçbir ayırım yapılmıyor ve dolayısıyla her ikisine de aynı hak ve yükümlülükleri tanıyorsa da toplum içinde icra ettikleri fonksiyonları bakımından aralarında bir ayrım yapmaktadır. Allah katında en üstün olanınız, Allah bilincine en derin bir biçimde varanınız yani yeryüzünde barış ve kardeşliğin hüküm sürmesine en çok katkıda bulunanınızdır. Yeryüzünde barış ve kardeşliğin hüküm sürmesi ise Allah'ın halifesi olmamız bakımından kadın ve erkek el ele vererek hep birlikte gezegenimizde O'nun iradesini hâkim kılmamıza bağlıdır. Bu gerçeğin bir an bile hatırdan çıkarılmaması gerekir.”
Türkiye’de kadın ve aileden sorumlu bir bakanlık vardır. Nedense bu bakanlığın başına her zaman bir kadın getirilir. Sanki aile sadece kadından oluşuyormuş gibi. Ben burada yeni bir uygulama başlatılmasını öneriyorum; Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın başına bir kadın ve bir erkek bakan getirilsin ya da eş başkanlık sistemi oluşturulsun. Böyle bir uygulamanın hem aile birliğinin güçlenmesi hem de kadın-erkek eşitliğinin vurgulanması açısından önemli bir örnek teşkil edeceğini düşünüyorum.
Kadın anadır, bacıdır, eştir, evlattır; yani ailedir. Aileye sahip çıkmak ise devletin olduğu kadar toplumun da görevidir.