Etrafta mis gibi çam, yemyeşil gürgen ve meşe ağaçları. İki taraflı dik yamaçların zemininde birleşen, hedefine varabilmek için durmadan devam eden, içerisinde kurbağaların saltanat sürdüğü, şarkılar söylediği ve yağan yağmurlarla beraber çağlayan derelere gözyaşlarının da eşlik ettiği Kızılırmak’a kadar uzanan serin sular.
Daracık dere kenarlarında söğüt ağaçları ve uzun yollardan sellerin getirdiği kendine özgü kayaların oluşturduğu muhteşem bir manzara. İşte bu güzellik içerisinde hayata tutunmaya çalışan ve köydeki kavgadan, gürültüden, dedikodudan uzak mekânda mesken tutmuş kendi halinde bir aile.
Bir tarafta su ile çalışan karadeğirmen ve yamaçlardaki bağda siyah beyaz üzümleri. Bahçede her derde deva meşhur siyah Seki turpu, buharda pişebilecek kadar taze, lezzetli yeşil fasulyeler. Salata tabağının yarısını suyu ile doldurabilecek kadar iddialı hormonsuz domatesler, salatalıklar, zehirsiz biberler…
Diğer tarafta yarısı açık olan ahşap evin ahırında anıran merkep, möleyen inek, vakitsiz öten horoz, bir yumurta için kırk defa gıdaklayan tavuklar… Kapı eşiğinde havlayan köpek, çardakda miyavlayan kedi… Ve her sabah kıble istikametinden doğup yeni bir hayatı müjdeleyen güneş…
Burası dağ köyünde bir yayla. Fakat öyle bir yayla ki o çocuğun hayatı boyunca aklından hiç çıkmayan acı tatlı hatıraların arşivlendiği bir yayla. Yayladan köye ulaşım normal yürüyüşle bir saatlik mesafe ve 4-5 km’lik bir uzaklık ama köye gidiş dik, dönüş ise eğimli.
Zaman tüm hızıyla devam etmekte olup buna en çokta evin küçük çocuğu üzülmektedir. Çünkü zamanın hızla geçmesi demek büyümek, büyümek ise okula gitmek demektir. Ara sıra annesiyle gittiği köydeki akrabalarının evinde, ‘’Köye yeni öğretmen gelmiş. Bebekleri çok dövecekmiş’’ korkutmaları bu tedirginliği içten içe tetiklemektedir. Belki de bu yalan yanlış haberlerin etkisiyle okula yazdıracaklar diye annesiyle köye gitmekten kaçınmış, ‘’Ne olur, beni göndermeyin’’ diye eteklerine sarılıp ağlamıştır ama nafile… Okullar açılınca kalemsiz, deftersiz, önlüksüz kendini sınıfta bulmuştur ama hiçte korktuğu gibi olmamış, öğretmen dövmemiş, üstelik yayladan geliyor diye daha merhametli davranmaya çalışmıştır. Böyle olunca okula yazılması bir yönüyle iyi olmuştur. Çünkü yaylada arkadaşı, derede akan su, gölet yaptığı taşlar, ürküttüğü kurbağalar, atkuyruğundan kopardığı kıllardan kurduğu tuzaklarla yakaladığı masum minik kuşlardır. Okul sayesinde ise köydeki arkadaşlarıyla oynama imkânı bulacaktır.
Okulun açıldığı ilk günlerde bu durumu düşünüp sevinirken diğer taraftan da kendini bekleyen tehlikeleri minicik yüreğiyle hayal ettikçe çok korkmaktadır. Tabii bunda haksız da sayılmaz. Çünkü;
Kalemini, defterini unutan arkadaşları teneffüste koşup evlerinden alıp gelecektir ama o çocuk, ailesi köyde olmadığı için bunu yapamayacak.
Öğle tatilinde arkadaşları, evlerine gidip yemeğini yiyecek ama o çocuk, annesinin akşamdan yufka ekmeğine sardığı pekmezli ekmeği sınıfta bir köşede yiyecek.
Özellikle kış aylarında ders bitimi akşam ezanında olacağı ve havanın kararacağı için o çocuk, korkuyla koşa koşa ormandan evlerine gidecek.
O çocuk, korkudan yayladaki evlerine gidemediği zaman, akşamın alaca karanlığında köydeki akrabalarının evinin önünden öksüre öksüre bir kaç defa geçecek ki, sesimi duysunlar da ‘’gitme bu gece bizde yat’’ desinler, hayal edecek.
O çocuk, karda kışta okula vaktinde yetişebilmek için sabah erkenden kalkacak, derelerde sulardan atlarken lastik ayakkabılarının içine su dolacak, sırtındaki örme kazağı sırıl sıklam olacak. Sınıfa ulaşınca üstünü başını kurutması için öğretmen soba kenarına oturtturacak.
O çocuk, zaman zaman yarım metreyi bulan kar yağışlarında korkudan 2-3 ay okula devam edemeyecek ve derslerinden geri kalacak. Hatta bazıları sınıfta kalsın diye dedikodu yapacak.
O çocuk, aynı sınıfta olan teyzesinin oğluyla gündüz tartışıp, akşam evlerine gitmek zorunda kaldığında utanacak, sıkılacak. Hele evde birilerinin ‘’niye kavga yaptınız?’’ sorusuna muhatap olursa, sofraya oturamayacak…
O çocuk, köyde kaldığı gecelerde mehlelerde yapılan abartı dolu sohbetlerde ‘’Ayı gördüm, kurt gördüm, ezinci gördüm, cin gördüm’’ türü konuşmaları dikkatle dinleyecek ama ikinci gün o yollardan yürürken konuşulanları hayal edip, tabiri caizse aklı başından gidecek.
O çocuk, bu sıkıntılara rağmen pes etmeyerek dört sene yayladan -köye okula gidip gelecek. Beşinci sınıfı ise anadan, babadan ayrı, yakınının yanında Çankaya’da bir ilkokulda bitirecek. Ankara’nın merkezinde okusa da, köyünü, yaylasını, anasını-babasını unutamayacak. Bir gün okuldan eve giderken gördüğü 19 plakalı bir aracın başından ayrılamayacak. O plakaya bakacak… Bakacak… Bakacak… Ve tabiri caizse baktıkça, o plakada köyünü, arkadaşlarını, annesini, babasını, tavuklarını, kedilerini, köpeklerini vesselam memleketini görecek…
Neticeyi kelam, ‘’Anı, ölümün elinden bir şeyler koparmaktır’’ sırrınca o çocuk bugün köyünü, yaylasını asla unutamayacak. Mazinin sıkıntılarını, acılarını, sevinçlerini zamanın çocuklarına belki ders olur niyetiyle bazen kalemle, bazen kelamla aktarmaya çalışacak… Tırnakları ile bir yerlere gelecek ve yedinci, sekizinci kitaplarını okuyucularıyla buluşturmak için emek verecek…
*
Hayat bu,
Kimi orak tarlasında,
Kimi baba villasında doğar.
Doğar doğmasına da;
Bazen, hayatın cilvesi midir bilinmez,
Orak tarlasında doğan şükrederken,
Baba villasında doğan, isyan eder.
‘Her şey var bir şey yok,
Stresteyim dostum streste’
Misali mutlu olamaz.