‘’Öğretmen ebediyete hükmeden insandır. Tesirinin nerede biteceği asla bilinmez’ (Henry Adams) sırrınca 30-35 sene önce bir sınıfta yaşanmış ve ders alınabilecek bir olayı paylaşmak istiyorum. Umulur ki, beklenmedik bir yerde farklı tesiri ortaya çıkar.

Saadet hanım sosyal bilgiler öğretmeni. İşini en iyi şekilde yapmaya çalışan bir eğitimci ama öğrenci gözüyle birazcık aksidir. Dolaysıyla sınıf pek sevmez.(Gerçi öğrencilere öğretmen sevdirmek fermana mahsustur) Okul pansiyonludur dolaysıyla sınıfta yatılı okuyan öğrencilerde vardır. Bir gün derste tahtaya Hüseyin’i kaldırır. Hüseyin yatılı okuyan gariban bir köy çocuğudur. Hüseyin tahtada yan yan durar. Bu durum öğretmenin dikkatini çeker. ’Oğlum, ne yan yan duruyorsun?’ diye çıkışır. Fakat Hüseyin yine aynı şekilde durunca, bu sefer Hoca hanım eliyle Hüseyin omzuna dokunur ve şöyle doğru dur diyecekken, bakar ki Hüseyin’in ceketinin koltuk altı boydan boya sökülmüş. Bu şekilde görününce Hüseyin daha çok utanır. Hoca hanım: ’Oğlum niye diktirmedin?’ deyince, ’Öğretmenim, ben yatılı okuyorum. Köye gidemedim’ der. Bu cevap karşısında Saadet öğretmen: ’Peki öğretmenlerine niye söylemedin?’ deyince ‘Utandım diyemedim öğretmenim’ der.

Saadet öğretmen, Hüseyin’e ceketini çıkarttırır. Astarını ters çevirir. Masanın üzerinde duran çantasından iğne iplik çıkarır. Hüseyin’in ceketinin söküğünü sınıfta dikmeye başlar ve bir taraftanda evladım: ‘Sen yatılı okuyorsun, köye her zaman gitme imkânın yok. Onun için şurada hangi öğretmenine söylesen ya kendi diker ya evine götürür hanımına diktirir ya da seni bir terziye yönlendirir bedava diktirir.’ Derken bu zamana her derste gürültü yapan ve öğretmenlerini üzen sınıfta sessizlik hâkim olur. ’Telkinden çok, temsil etkiler’ sırrınca o sınıfın biricik öğretmeni Saadet hoca olur. Bununla da kalmaz, ‘Öğrencisini etkilemeden öğretmeye kalkanlar, soğuk demiri boş yere döverler’ (Horace Mann) hesabı sosyal bilgiler dersinde sınıfın başarısı % 100 artar… Başka söze hacet yok ama bana bunu anlatan Erol beyin öğretmen adayı olan çocuğuna nasihat ettiği ‘’ Yavrum, bak öğretmen olacaksın. Şunu unutma. Aday olan seçime girdiği müddetçe seçmenin oyuna nasıl muhtaçsa, sende öğretmenlik yaptığın sürece eğer kazanmak istiyorsan sende öğrencilerinin ilgisine, sevgisine, başarısına muhtaçsın. Planını şimdiden ona göre yap…’

*

HOCAM O HİPERAKTİF ÇOCUK VE…

10-15 sene evvel merkezde bir anaokuluna deprem eğitimi için gitmiştim. Çocuklarla daha iyi iletişim kurabilme adına cebime düdük koydum ve anlatacaklarımı oyunlaştırdım. Öğretmenin belirlediği çocuklara muhtar, hemşire, polis, itfaiyeci, jandarma, anne- baba vb. görevler verdim. Çocuklar verilen görevi oyun havası içerisinde yerine getirdiler. Pekiştirme adına tekrar bir tatbikat daha yapmak istedim. Bu sefer yine öğretmen yine aynı tür, yani ben ben diyen çocukları çağırdı. Köşeden gözlerimin içine bakan, lisani haliyle bana da görev ver diyen ama parmak kaldıramayan bir çocuk dikkatimi çekti. Yavrum sende gel diye çağırırken, öğretmen: ‘ Hocam o hiperaktif, ondan … Çıkmaz’’ türü cümle kullanınca, (Osmancığın dağ köyünün dağından Çankaya’daki bir okula naklen gittiğim yıllar aklıma geldi.) bende ‘olsun ona uygun görev veririm’ dedim. Ve o çocuğa ‘ Yavrum geç şu masanın ayağını tut ama ben düdük çalıncaya kadar bırakma’ dedim. O kıpır kıpır yerinde durmuyor denen çocuk abartısız 8-10 dakika masanın ayağına sarıldı durdu. Bende bu arada tatbikatı yaptım. Ve öğretmen arkadaş: ‘HOCAM BU ÇOCUK İLK DEFA BU KADAR NASIL YERİNDE DURDU ANLAMADIM’ dedi. Bende, ‘’Öğrenmeyen öğrenci yoktur. Yanlış (bundan bir şey olmaz önyargısı türü) metot vardır’’ (J.H.Peslalozzi) dedim. Ve…

*

ÖĞRENCİYİ TANIMAK

Hüseyin Anadolu’nun bir ilçesinde ilköğretim okuluna devam etmektedir. Sene sonu yaklaşır ve öğretmen veli toplantısı için tüm öğrenci ailelerine davetiye yazar. Zarfa koyar ve çocuklara bu zarfı babanıza mutlaka verin diye tembih ederek teslim eder. Hüseyin zarfı alınca ağlayarak annesine koşar. Çünkü zarfın üzerinde toplantıya katılması için yıllar önce ölmüş babasının ismi yazmaktadır… Ne dersiniz?

Belki de kolay öğretmenin yolu öğrencilerimizin özel durumlarını (öksüz, yetim, parçalanmış aile vb.) tanımaktan geçiyor…

*

KEKEME ÖĞRENCİ

Hüseyin çalışkan, tertipli düzeni ama hafif kekeme sıkıntısı olan ve öğretmen tahtaya çıkardığında konuşurken arkadaşlarının gülmesiyle daha da zorlanan ve çok üzülen bir öğrencidir. Hüseyin’in bu durumunu gören öğretmeni bir bahane bulup ‘Hüseyin sana yarın izin veriyorum. Şu verdiğim ödevi hallet. Okula gelme ’ der. ‘’Öğretmen için gününü değerli kılan, öğrencilerine ayırdığı zamandır’’( A.S.Exupery) misali, sabah sınıfa gelince de:’ Çocuklar hepimiz can taşıyoruz. Biraz sonra başımıza ne geleceğini Allah’tan başka kimse bilmez. Bizlerde daha farklı şekilde özürlü olabilirdik. Arkadaşınız tahtaya çıktığında konuşurken tutukluk yapınca gülüyorsunuz ve o da üzüntüsünden daha çok zorlanıyor. Onun için bir daha böyle bir hareket yapmayınız… Soru sorduğumda bileni alkışlatacağım, Hüseyin’de tam anlatamasa bile alkışlayalım ki kendine güveni gelsin… Sınıf toptan söz verir. Hüseyin tahtaya çıkınca artık kimse gülmez. Günden güne Hüseyin’in konuşması düzelir. Önceden arkadaşlarından uzak durmayı tercih eden Hüseyin, artık tüm sınıfla kaynaşır…

*

Amerika’da elektrikli sandalye ile idam verilen bir mahkûma, son sözünün olup olmadığı sorulur. İdam mahkûmu çevresindekilere, gazetecilere baktıktan sonra acı bir sözle şöyle der. ‘’Eğer çocukluğumda bana böyle ilgi gösterilmiş olsaydı, bugün şu mahkûm sandalyesinde olmazdım.’’ Hülasa;

Sokaklarda rahatsız olduğumuz veya baleci, tinerci diye adlandırdığımız, parklarda, köprü altlarında yanlarından geçerken korktuğumuz çocukların, gençlerin bu hallere gelmesinde toplum olarak kim bilir hangimizin vebali var…

Vesselam bakanla – gören aynı değildir. Gören ve gördüğüyle de imkânlar oranında ilgilenen sorunlu değil sorumluluğunun bilincinde olan bireyler yetiştirebilmek dileğiyle…