-Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunun 95. Yılına Armağan-
Dünyada en uzun ömürlü tek hanedanlı devlet olan Osmanlı, 1789 Fransız İhtilali ile siyasi, iktisadi, ictimai alanda değişen dünya paradigmasına uyum sağlamak için Üç Tarz-ı Siyeseti kademeli olarak devreye soktu. En sonunda 1899 yılında basılan harita da bile Türkiye diye gösterilen Anadolu’da yeni bir devlet kuruldu. 9 Mart 1920'de bu devletin temellerinin atılması için her tarafa bildiri gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara'da toplandılar. 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı.
Bu meclis, 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti. 1921 Anayasası'nın 1.maddesini "Türkiye Devleti'nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir", 2 maddesini ise "Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir" şekliyle değiştirdi.
Tarihsel süreklilik için 1789 yılında değişen dünya eko-politik paradigmasına uyum olarak Osmanlı devleti yöneticilerinin arayışları bağlamında 1876 Kânûn-ı Esâsî’sinin 18. maddesinde “devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe” tabirinin geçtiğini hatırlamak yeterli olacaktır.
Biz de, Nermi Uygur’un “Türk Felsefesinin gerçekten iyiliğini dileyen her Türk, gücü oranında; felsefe öğretenler ile felsefe öğrenenlerin, usta ile çırağın felsefenin gelişmesine en elverişli biçimde birlikte yetişebileceği bir ortamın ne yapıp kurulmasına ön ayak olmalıdır.” tespitinden hareketle Türkçe’nin resmi dil olması ve Türk Felsefenin resmi olarak Cumhuriyet ile başladığını söylüyoruz.
Selçuklu ve Osmanlı kültürünü tevarüs ettiği için Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadeleriyle “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına “Türk” denir, tanımının gereği olarak Türk Dili ile üretilen felsefenin de “Türk Felsefesi” olduğunu düşünüyoruz. Bu metinlerin ilkinin de Orhun Abideleri olduğunu, aynı mahiyetin (Türk/Oğuz) farklı hüviyetlerle tarihte sürekli devlet/ler kurduğunu; Türkistan-Türkiye irtibatının sürekliliğini Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak olarak gördüğümüzü belirtiyoruz.
Bu noktada 1923 Anayasanın 2.maddesinde belirtilen İslam dinine girdiğimiz andan itibaren yazılan Türkçe metinlerini de Türk Felsefesinin önemli metinleri olarak görüyoruz. Bu açıdan aidiyetimiz yani toplumsal bilinçlilik ve kimlik açısından sebep ve nesep olarak Muallim-i Sani Farabi’yi hareket noktası olarak alıyoruz.
Yeni Tür Devletinin Milliyetçiliği ve Türkçeyi Millileştirmek Meselesi
Bu yazıyı, Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyetin ilk dönemini yaşamış, M. Ali Ayni’nin Türklük ve Türk Dili üzerinde yaptığı vurgu üzerine kurdum. Çünkü son derece iyi eğitim almış, her iki dönemde de hem öğretim üyeliği hem de bürokratlı yapmış, teori ve pratik uyumunu sağlamış nadir aydınlarımızdandır. Ona göre 1. Dünya Savaşı sonrasında Türklük politikasını takip etmek zorunlu hale gelmişti. Osmanlı askeri ve mülki bürokratları artık Türklük merkeze alınarak yeni bir devletin kurulmasıyla dünya siyasetinde kalınabileceğini gördü. Temeli Tanzimat dönemine kadar giden ama 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet ile ivme kazanan Türk dilini sadeleştirme, millileştirme ve Milli Edebiyat oluşturma sürecini Cumhuriyet, Latin alfabesine geçerek ve devletin resmi dili Türkçe’dir diyerek taçlandırdı.
Türk dili ile felsefe yapmak ve bilim üretmek için bu değişim Avrupa standardına yaklaşmak olarak gören Ayni’ye göre, Osmanlıca denilen Arapça, Farsca deyimlerle örülü bir Türkçeydi. Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “Türkçe, tatlı ve güzel bir dil olup güzel bir kız gibidir. Edası ve konuşması çok sevimli olan bu güzelin elbisesinin kumaşı Türk’tür ama Arap modasına göre biçilmiş Fars usulüne göre dikilmiştir. Grameri, sentaksı ve cümle inşası birbirine benzemeyen üç dilden yeni bir dil oluşturulmaya çalışıldı. Yazılan eserleri ne Araplar ne Farslar anlayamaz, Türkler de özel eğitim görmeyenler hiç anlayamazdı. Bu nedenle Namık Kemal, Şinasi gibi birçok âlim bu meseleye çözüm üretmeye çalıştılar.
Resmi devlet işlerinde kullanılan kitabet usulü takriben 1245 senesinden itibaren Bab-ı Ali’ye Fenerli Rum Tercümanların vasıtasıyla girmiş, uzun cümlelerden oluşan bir şekildeydi. Sadrazam Ali Paşa ile birlikte dış devletlere hatta oradaki Türk yetkililere bile Fransızca yazılmaya başlamıştı. Osmanlı yıkılana kadar bu devam etti ve en çok istifade edenlerde Ecnebi mekteplerinde okuyan, Yahudi, Rum ve Ermeniler oldu. Hem önemli görevlere bunlar gelmiş hem de diplomatik dil olarak Türkçe akamete uğramıştı. Londra büyükelçisi Mozürüş Paşa, Viyana sefiri Kalimaki, Atina sefiri Fotyadi, Berlin sefiri Aristarki beylerin Ali Paşa’ya Fransızca yazmaları ve İstanbul’dan Fransızca talimat almalarının ne anlama geldiğini bir düşünelim. İngilizler evrakın yanına Fransızcayı koyarlar ama asla imzalamazlardı. Geçenlerde Rusya ile yapılan antlaşmaların Rusça ve İngilizce hazırlanıp imzalandığını okuduğumda bu satırları okumanın verdiği dayanılmaz ağırlığı anlatmam mümkün değil.
1909 yılında sadrazamn Said Paşa “Gazeteci Lisanı” diye bir risale yayımlamış ve burada Osmanlıcanın hitabete müsait olmadığını söylemiştir. Hakikatleri keşifte en sıhhatli yöntemin mukayese olduğunu, kıyası bilmeyenlerin bu hususu bilmelerine imkan olmadığını söyler. Lisanımızı ıslah etmek ve daha iyi hale getirmek zorunludur. Bunun için birçok öneriler getirir; ama fazla başarılı olamaz.
Türkçeyi Bir Felsefe ve Bilim Dili Yapmak
Osmanlı’nın yapılan ıslahatlar bağlamında Latin harflerine geçiş denemelerini kısaca verecek olursak, Osmanlıca teriminin kullanılmasının da “Üç Tarz-ı Siyaset” ile doğrudan irtibatı olduğu malumdur. 1789 Fransız ihtilaliyle gündeme gelen milliyetçi söylemi, dönemin Osmanlılık söylemi içinde dile getiren, Batı’daki modernleşmeyi, hak ve özgürlüklerin sağlanmasının mekanı olarak parlamenter/meşrutiyet sistemini savunan milli edebiyat kavramını teşekkül ettiren Namık Kemal ve Şinasi gibi alimler olduğunu hatırladığımızda Türkçe’nin sadeleştirilmesi ve milli edebiyata dair fikirlerinin Batı/Fransız aydınlanmasının etkisinde Tanzimat ile gündeme gelen ıslahatlar bağlamında din ve saltanat tasavvurlarındaki suistimallere karşı bir direniş kodu olduğunu görülür. Özellikle Balkan harbinde yaşanılan hezimetler Türklük bilincinin teşekkülünde çok etkili olmuştur. 1897 Yunan Harbi sırasında "Cenge Giderken" adlı şiiri yazan Mehmet Emin Yurdakul'un "Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur" dizesi dil ve ülkü birliği hakkında bu bilinçlenmenin ilk izlerindendir.
Milli Edebiyat ve Yeni Lisan tasavvuru, 1910 yılında çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisiyle halka ulaşmaya başladı. Bunda Şemseddîn Sâmî gibi “Lisân-ı Türkî (Osmânî)” hakkında yazdıkları ve 1293/1876 yılında çıkarmaya başladığ Sabah gazetesi, gerek dil, gerek imla, gerek tarihleme ve imzalama yöntemleri açısından önemi yenilikleri başlatmasının da etkisi unutulmamalıdır.
Bursalı Tahir, 1911'de "Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri" adlı eserini yazmıştır. "Türk Derneği" 1908'de kuruldu, 1911'de kendi adıyla bir dergi yayımlamaya başladı. Bu derneğin yerini daha sonra Mehmet Emin Yurdakul'un (1869–1944) başkanlığında kurulan ve aynı isimle dergi de çıkaran "Türk Yurdu" derneği alır. Ahmet Hikmet, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet bu derneğin kurucuları arasında yerini almıştır. Ziya Gökalp ve birkaç ismin daha katılımıyla kurulan Türk Bilgi Derneği 1913 yılında kurularak en ayrıntılı çalışmalara yapmıştır. Bilgi Mecmuası diye yedi sayı çıkaran ekib, Türkiyat, İslamiyat, Hayatiyyat, Felsefe ve İçtimaiyyat, Riyaziyat ve Maddiyat gibi şubeler halinde çalışıyordu. 12 Mart 1912'de Tıbbiyeli gençler bir araya gelerek "Türk Ocağı"nı kurdular. Bu derneğin, yurdun birçok yerinde şubeleri açılır. 1913'te aydınların yanında halka inmeyi amaç edinen "Halka Doğru" dergisi çıkar. Bunların yanında "Yeni Mecmua, Türk Sözü, Milli Tetebbular Mecmuası" gibi dergiler çıkar.
Türk Felsefesi İçin Yeni Lisan
Millî bir edebiyat oluşturmak için önce dilin millileştirilmesi gerekmektedir. Bu amaç için Yeni Lisan anlayışı ortaya atılır. Yazı dilini konuşma diline yaklaştırma ve böylece yazı dili ile konuşma dili arasındaki farkları ortadan kaldırma amaçlanmıştır. Edebiyat dilinin o zamana kadar Arapça ve Farsçanın etkisinde "yapma bir dil" olduğunu savunan bu genç edebiyatçılar daha geniş halk kitlelerine seslenmek için "Yeni Lisan" anlayışını savunmuşlardır.Bu hareket, özellikle Ziya Gökalp'in (katılımıyla edebiyatımızda hızla yayılmış ve gelişme göstermiştir. Fuat Köprülü gibi ilim ve düşünce adamlarının yardımlarıyla kuvvetlenen "Yeni Lisan" hareketi, Refik Halit, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Reşat Nuri, Halide Edip gibi sanatçılarla yaygınlık kazanmış, Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmeden önce, konuşma dili edebi dilin yerini tamamen almıştır.
Bu da Türkistan’dan göçler kanalıyla devam eden şifahi kültürün halk bazında ne kadar güçlü olduğunda delilidir. Çünkü Türkçenin en büyük şairlerinden olarak nitelediğimiz Yunus Emre’nin ve “Yedi Ulu Ozan” isimlendirilen kişilerin deyişlerine baktığımız zaman ister Tekke Edebiyatı, ister Alevi/Bektaşi deyişlerinin Osmanlı Türkçesiyle yazılmıştır denilmesi mümkün gözükmemektedir. Biz bu noktadan hareketle, Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel temellerini ses/avaz üzerinden şifahi olarak nasıl geldiğini, bu şiir ve deyişlerdeki felsefi kurguları tahlil etmeyi, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için gerekli görüyoruz.
Yeni Devlet ve Yeni Yazı
Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce kendilerine ait bir yazı dili vardı. Arapçayı kabul ettiler ve onun harfleriyle Türkçeyi yazmaya başladılar. Osmanlı Türkçesinde kullanılan yazının Araplara has olmadığını, onlardan önce bölgede Himyeri ve Nebatca yazılarının kullanıldığını M. Ali Ayni söyler. Bunlardan ilki yemen de ikincisi Hicaz da kullanılıyordu. Nebati hattı nesih yazısına dönüştü. Küfe yazısı Suryaniler ve Keldaniler tarafından Satrancili hattından türetilmişti. Hıristiyan Suryaniler metinlerini bununla yazarlardı. Araplar da Kur’an’ı bu hattan çıkan Kufi hat ile yazmışlardı ama alfabesi tamam değildi. Bazı harfler birbirinin aynıydı. H. I. asrın yarısı geçtiği halde Kur’an hem harekesiz; hem noktasız yazılıyordu. Kıraat için sorunluydu. Bunun için Ebü’l-Esved ed-Düeli (v.69/688) harekeleri gösteremeye mahsus bir takım noktala icad etti.
M. Ali Ayni niçin Latin alfabesinin seçildiğini ve yazı sitiline bir kutsallık atfedilmesinin tutarlı olmadığını incelemeye devam eder. “Harfler meselesini Hristiyan azınlıklar dini metinlerinin Türkçelerini kendi alfabeleriyle yazıp okutuyorlardı. 1277/1866 yılında İstanbul’da Şinasi’nin teşvikiyle çıkan Tercüman-ı Ahval’in 48. Nolu sayısında Vidin’den gelen bir mektup yayımlandı. Salih Sabri imzalı mektupta “Başka milletlerde hamallar bile gazete okuyor ve dünyadan haberdar oluyor, bizde ise gazetenizi kimse okuyamıyor, rica ederiz harekeli olarak neşrediniz” deniliyordu. Şinasi ise “harekeli gazete çıkaramayız, çünkü çok pahalı olur” diyerek kendi önerilerini sunar. Bunlar ilk olarak Arapçaya mahsus harfleri gerekli ilavelerle Türkçemize yarayacak şekilde düzeltmek. İkinci olarak oldukça fena olan okuma yöntemini düzeltmek gerekir. Üçüncü olarak hamalların da anlayacağı bir kitabet oluşturulmalıdır.
Bu bağlamda M. Ali Ayni, aslen Lehli olan Hayrettin Beyin Terakki gazetesinde Arapça harflerin Türkçeye uygun olmadığına dair yazı yazdığını, bunu Şurayı Devlet mülazımı Ebü’z-Ziya Tevfik tarafından reddedilmeye çalışılmasının ilginçliğine vurgu yapmaktadır.
İkinci Meşrutiyetin Kanun-i Esasi ilanıyla getirdiği serbestlik içinde harf meselesi yeniden gündeme geldi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa başkanlığında “Islah-ı Huruf Cemiyeti” yeni bir alfabe yapmış ve bunu millete kabul ettirmek için çalışmıştı ama bu da olmadı. Çünkü yine Arapça harflerdi, sadece şekli biraz değişmişti. Bunun da çözüm olmadığını belirten Ayni, bu arada sivil çalışmalardan da bahseder.
En sonunda Maarif Nezaretinde “İmla ve Sarf Encümeni” ve “İlmi Istılahlar Encümeni” kuruldu. Tanin Gazetesi Latin harflerinin kullanılmasını savunuyordu. Arnavutların da benzer isteği olunca bizzat İttihat ve Teraki tarafından Latin harflerine geçiş süreci sekteye uğratıldı. Harbiye Nazırı Enver Paşa bunu askeri usulle çözmeye çalıştı ve bütün harflerin ayrı yazılmasını istedi. Askeriyenin disiplini altında uygulanmaya konuldu ama bu da çözüm olmadı. 1914 yılında çıkan Cihan harbiyle oldukça zor olan ve okunması müşkil bulunan bu yöntem de terkedildi. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamalarını kısmen tamamlayınca 29 Ağustos 1928 Çarşamba günü Türk alfabesini yeniden düzenleyerek son şeklini verdi.
Sonuç: Osmanlı Devleti son zamanlarında yaşadığı sorunlara çözüm üretmeye çalışmış, bunlar devletin dağılmasını geciktirmiş ama engelleyememişti. Osmanlının yetiştirdiği askeri ve mülki bürokratlar uygulamada görülen aksaklıkları yaşamış kişiler olarak yeni kurdukları devlette, Latin harflerine kesin bir şekilde geçerek soruna çözüm bulmuşlardır. Takvim-i Vakayi’in kurulduğu 1831 ve Gülhane Hattı Humayun’un okunduğu 1839 yılından 1928 yılına kadar resmi ve ilmi dilimiz gittikçe sadeleşmiş, gazeteler ve dergiler vasıtasıyla halka ulaştırılmaya çalışılmıştı. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan “Yeni Lisan” hareketi, Cumhuriyetin harf devrimiyle yeni bir boyut kazanmış ama felsefe ve bilim dili olma yönünde istenilen sistemleşme gerçekleştirilemediği de ortadadır.
Bu nedenle coğrafi keşiflerle ulaştıkları ülkelerin maddi alt yapısını sömüren Batı, ilmi açıdan Rönesans’ını geçirmiş, dini açıdan mezhepler savaşı ile ortaya çıkan sorunlar hakkında reform yaparak, Laiklik sistemini ulus devletler bünyesinde uygulamaya koymuştu. Türkiye de benzer bir aydınlanmayı sağlamak için yurt dışına her alanda eğitim için öğrenciler göndermiş, böylece muasır medeniyet seviyesini aşma hedefini gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Biz de bu hedefe katkıda bulunmak için Türkistan/Atayurttan getirdiklerimizle, Anadolu’da bulduklarımızı yeniden okuyup, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak adıyla tikel/tekil-tümel/evrensel ilişkisini kurup Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini uygun olarak Türk Felsefesi ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu çalışmanın ete kemiğe büründüğünü görmek, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 95. Yılını kutlama yılına denk gelmesi de bunun kısmen olsa başarıldığının göstergesidir.
Faydalanılan Eserler: Nermi Uygur, Türk Felsefesinin Boyutları, İstanbul 2012, s.103; Türk Felsefesi: İmkan ve Ufku edit.L.Bayraktar, Kırmızılar yay. Eskişehir 2018. M. Uyanık. Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak -Türk Felsefesine Giriş- Muhafazakar Düşünce Dergisi, yıl 15, sayı 54, Ankara 2018, s. 179-199.
Mehmet Ali Ayni, Milliyetçilik,1943. S. 385-409 naklen İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Kitapevi, İstanbul.1997, c.2, s.109-113