Bazı kitapların okunma zamanı olur derim hep. Bunlardan biri Remzi Oğuz Arık’ın Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz (Ankara.1958) diğeri de Emin Maluf’un Çivisi Çıkmış Dünya ( Uygarlıklarımız Tükendiğinde, Deneme, çev. Orçun Türkay, YKY, 2017) başlığını taşıyan kitabı. Bahar döneminde Türk Düşünce Tarihi dersi için notlar hazırlıyorum ya bu arada da böyle yan metinler okuyorum, işte bam teline dokunan satırlara denk geldiğimde, işte metnin sana konuştuğu an dedim. Yani bunları iki ay önce okusaydım bu kadar etkili olur muydu bilemiyorum.
2010 Arap Baharını Yemen’de yaşayan bir akademisyen olarak İslam dünyasının içinde bulunduğu travmaya dair değerlendirmelerimi paylaşarak bu sarmalın Türkiye’ye doğru uzandığını hep belirtim. (Selefi Zihniyet, Arap Baharı ve Türkiye, Ankara.2016) önce Fırat Kalkanı, şimdi de Afrin operasyonlarıyla bu bölgelerden gelen tehlikelere karşı önlem almaya çalışıyor.
Arap Dünyası Neyin Savaşını Vermektedir?
Arap dünyasında yaşanılanlara bakınca Türkiye Cumhuriyetini kuran zihniyetin ne kadar tutarlı olduğunu bir kez daha gözlemlemek mümkün. Nitekim Lübnanlı bir Arap olarak uzun süredir Fransa’da yaşayan Emin Maluf, “Batılı güçlerin yaptıkları malum, ama bütün sorumluluğu onlara atmak ne derece tutarlı? Arap âlemi neyin savaşını vermektedir. Hangi değerleri savunmaktadır. İnançlarına nasıl bir anlam yüklemektedir? (s.29) diye sormaktadır.
Peygamberimizin dediği üzere, “insanların en iyisi insanlara en çok yararı dokunandır” hadisine ne diyeceğiz. Birey, halk ve liderler kendilerine sormalı: Kendimize ve başkalarına ne getirmekteyiz. İnsanlara nasıl yarar sağlıyoruz, kendimizi eleştirme noktasında neredeyiz? (s.42) Dünyanın bütün acıları sömürgecilerin hatasından kaynaklanmıyor ya!
Bunca sene Arap-İslam âleminin seçkinleri (liberal, laik, Müslüman yenilikçi, Hristiyan yenilikçi, İslamcı) ne gelişme, ne ulusal özgürlük ne demokrasi ne de toplumsal bir modernlik elde edememesinin gerekçeleri sadece Batılı sömürge midir? (s.22) Yurtsever Meşruiyet” elinde bulundurduğunu düşünen farklı kişiler Arap dünyasına gelip liderlik yaptılar. 1952-1970 yılları arasında Mısır’ı yöneten Cemal Abdünnasır meşruiyet krizini nitelendirmek için bir örnektir. Dünyanın çivisinin çıkmasına hem de denetimsiz şiddete ve gerilemeye doğru kırılmada etken rol oynamıştır. (s.80)
Arap Dünyası ve Türkiye Farkı
Maluf, İslam dünyasındaki tek farklılığın Türkiye olduğunu söyler: Özellikle Mustafa Kemal’in “yurtsever meşruiyetlik”le kurduğu sistemi, aslında başta Cemal Abdunnasır, ardından Enver Sedat olmak üzere Arap dünyasının birçok yerinde “sosyalizm” adı altında örtülü bir şekilde yapmışlardır. Onlarda ümmet kavramı yerine ulus kavramını merkeze almışlar, Libya, Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde sosyalist bir yapı altında ulus’un daha altında bir konumda olan kavmiyetçiliklerini “arap ulusu” adıyla yeniden diriltmişlerdir. Körfez ülkeleri ve Ürdün ise açıktan kabilelerini önceleyen ulusçu yapılar olmaktan öteye gidemedi Muhafazakâr ve Klasik İslam yenilikçileri bir tarafta, laik liberal ve Batıcı İslam yenilikçileri bir tarafta projeler geliştirdiler. Bunlara ilaveten laik, liberal ve Batıcı Hıristiyan Arap yenilikçilerin de temel kaygıları ülkelerini ve halklarını muasır medeniyet seviyesine ulaştırmaktır. Bir de bu arayışları yadsıyan İslamiyeti siyasal bir ideoloji olarak teorize eden İslamcı yenilikçiler vardı. (Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu yay. Ankara. 2014 s . 27-40 Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, s. 80-83,147-148)
Peki, Türkiye’nin başarısındaki anahtar kavram olan “yurtsever meşruiyet’ kastedilen nedir? Ezilmiş, dağılmak üzere olan halkının haysiyetini koruyan ve onları tekrar onurlu hale getiren ve gururlandıranlar yurtsever meşruiyete sahip olanlardır.
Mustafa Kemal ve Yurtsever Meşruiyet Örneği
Arap Dünyasında yaşanan travmaları inceleyen Maluf’a göre, İslam âleminde eşine bir daha rastlanmamış bir örnek olarak Atatürk bulunmaktadır. O, halkını yıkımdan kurtarmayı başarmıştır. Savaşçı meşruiyetini hak ederek almış, böylesi bir kozun ne kadar güçlü olabileceğini ve ondan nasıl yararlanılabileceğini göstermiştir. 1. Dünya savaşının ertesinde bugünkü Türkiye toprakları çeşitli itilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles ya da Sevres’de toplanan Batılı güçler, duygusuz bir biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş, diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. (s.80-81)
Bu ender rastlanan tutum yani hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözü pekliğini sergilemesi, hem de savaşımdan galip çıkması onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Peş peşe devrimler yapar, Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp laik bir sistem kurar. Arap alfabesini yerine Latin alfabesini koyar. Her alanda bir Avrupalılaşma projesi başlar, halk da onu izlemesinin nedeni işte yurtsever meşruiyetlikle halkını tekrar gururlandırmasıdır. Çünkü halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakârlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir. Halk gene de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir, sonsuza dek değil ama uzun süreliğine. Dine çok çatsa bile yurtları çok da sırtını dönmeyecektir ona. Siyasette, dinin kendisi bir amaç değildir, düşüncelerden biridir yalnızca, meşruiyet en inançlı olana değil, mücadelesini halkınkiyle aynı olana verir. (s.81)
Bu bağlamda İslam âleminde pek çok lider Türkiye örneğini taklit etmek istedi. Afganistan da 1919 yılında tahta geçen Kral Emanullah Atatürk’ün izinden gitmek istedi benzer uygulamalar yaptı. Ama 1929 kendisini dinsizlikle suçlayan gelenekçi liderlerin komplosuyla tahtan indi, sürgünde 1960 yılında vefat etti.
İran şahı Rıza da benzer bir deneyim içine girdi. Avrupa tarzı bir cumhuriyet yerine yeni bir hanedan (Pehlevi) kurmayı tercih etti. Tam bağımsızlık çizgisi izlemek yerine güçler arası çelişkilerden yararlanmaya çalıştı, ama yurtsever meşruiyeti temin edemedi. Çünkü düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilemez, giriştiği her iş değersiz görülür. (s.82-83)
Atatürk’ü takip etmek isteyenlerden birisi de Kral Faysal idi. Osmanlılara karşı Batı ile anlaştı, ama umduğunu bulamayınca Atatürk’ün yolunu takip etmek istedi, kendisini Suriye Kralı ilan etti. Ama O da başarılı olamadı, Maylusun denilen yerdeki tek savaşı kaybetti. Burası yurtseverlerin belleğine bir hayal kırıklığı, güçsüzlük, ihanet ve yas simgesi olarak kazındı. (s.87)
Sonuç: 1908 yılında ilan edilen Meşrutiyet birikimi ve bilinciyle başlayan millet ve milliyet tasavvuruyla Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu istiklal harbini kazanmış, haysiyetlerini korumuş, gururlandırmıştır. Bu yurtsever meşruiyet ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları net bir şekilde yeni bir sistem ve yeni bir ulus kavramı oluşturarak yönünü muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedeflemiş ve tercihini temel insan hakları ve demokratik değerlerden yana koymuştur.