Suların plastik kaplara hapsedilmediği zamanlardı.
Hayata menfaat üzerinden değil sevgi bakıldığı, “Komşu komşunun küle muhtaç” olduğu yıllardı.
Meyveleri dalından topladığımız, suları kaynağından içtiğimiz günlerdi.
Dilimize “hormon” denilen kelimenin girmediği, sulara “klor” katılmadığı ve suların satılmadığı zamanlardı.
Elektriği şehirlerde gördüğümüz, ütüyü kömürle çalıştırdığımız, o günlük aşımız varsa mutlu olduğumuz zamanlardı.
İşte o zamanların birinde evlerimizde camdan sürahiler bulunurdu.
Suların eve taşınarak geldiği o zamanlarda, içme suyunu sürahilerde saklardık. Camdan yapılmış, gövdesine küçük bir silindir gibi yer yapılmış, içine toz ve bazı haşeratın kaçmaması için yine camdan “tıpa” şeklinde bir kapak yapılırdı.
Sürahiye annelerimiz, kanaviçe ve dantela ile süslenmiş bir de örtü yapılır; masanın üzerinde nazlı bir gelin gibi dururdu. Yanında ise camdan bir bardak bulunurdu.
Evin kızı boşalan sürahiyi doldurur, üzerinden belli bir zaman geçince sürahi temizlenirdi.
O hem zarif hem de bir ihtiyacı karşılardı. Zaten suyu da en berrak pınarlardan, pınarı bulandırmadan taşınırdı.
Şimdi suları plastik kaplara hapsettik. Ve gittiğimiz her yere götürdük.
Aslına bakarsanız günümüzde suların eskisine göre tadı tuzu yok. Sadece su işte.
Ne yapacaksın. Zamanla her şey mecrasından çıkıyor. Ne kanaviçe ile süslenmiş su kaplarımız var, ne sürahide muhafaza ettiğimiz.
Sanki her şey bir masal, bir rüya gibi hayatımızdan çekildi.
Ne diyelim “Kendi gitti adı kaldı yadigâr.”