Hayat herkese gülmez, ama bazılarına kahkaha atar…

İdealist bir anne babanın evladı olarak varlıklı bir ailede doğan bir çocuk düşünün: en iyi okullarda okumuş, her istediği yerine getirilmiş, sevgi dolu bir çocukluk yaşamış, başarılı olması için her imkan önüne serilmiş, nihayetinde iyi bir üniversitede okumuş ve prestijli bir mesleğe sahip olmuş, hayatının her alanında saygı ve değer görmüş bazı insanlar…


Allah (C.C.) herkesin imtihanını bu dünyada birbirinden farklı tasarlamış…

Kimi ailesi ile imtihan olunur…

Kimi evladı ile… (En zor imtihan da evladı ile olan imtihan, Allah muhafaza diyorum.)

Kimi zenginliği ile imtihan olunur…

Kimi fakirliği ile…

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) “Dünyada rahatlık yoktur” (A. İbn Hanbel, Zühd, s. 128.) buyurmuştur.

Yani, zenginin zengin derdi, fakirin fakir derdi vardır…

Herkes mutlaka imtihandadır…

Kısaca, çabalamadan, sabretmeden, akıllıca hareket etmeden cennet yok!

Allah (C.C.) adaletli olmayı emreder…

Fakirlere yardım etmeyi…

Yetimle ilgilenmeyi…

Ticarette teraziyle doğru ölçmeyi…

Yapabilen kazanır…

KESTANE KEBAP YEMESİ SEVAP

Behçet Amca, fakir bir ailede doğmuş.
Sekiz çocuktan biri olarak dünyaya gelmiş.

Maalesef okul yüzü hiç görmemiş.

24 ay askerlik yapmış (eskiden öyleymiş) ve asker ocağında Ali okuluna mecburi olarak gitmiş, orada okuma yazmayı öğrenmiş.

Asker dönüşü, bir kilim bir hırka ile evermişler, o da evlenmiş.

Köyden büyük kentlere göç zamanı gelince, o da bakmış köy boşalıyor, büyük şehire, İstanbul’a göç etmiş…

Taşı toprağı altın denilen şehir, Fatih Sultan Mehmet Han’ın şehri: İstanbul…

Her yanı buram buram tarih kokan İstanbul…

Peygamber Efendimizin (S.A.V) fetheden komutanına ve askerine övgüsüne mazhar olmuş şehir: İstanbul…

Dünyada iki kıtayı, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan şehir: İstanbul…

Eşsiz boğaz güzelliği, tarihi yalıları ve pek çok padişaha ev sahipliği yapmış bir dünya kenti: İstanbul…

Çırağan Sarayı’nda eşsiz boğaz güzelliği ile, Sultan sofrasında, lüks sofralarda, tadını çıkara çıkara yemekler yenir ve Sultan bahçesinde boğaz manzaralı Türk usulu kahveler içilir…
Tadına doyum olmaz…

Az ilerisinde, tarihi güzelliği ile Dolmabahçe Sarayı…

Orada boğaz keyfi ile çaylar ve kahveler içilir, Anadolu yakasını seyrede seyrede…

Tabi ki, Behçet Amca, bunların hiçbirini görmemiş, yaşamamış. Sadece İstanbul’a köyünden göç etmiş…

Boğazdan sadece bir kere, İETT otobüsünde geçmiş, hepsi bu…

Tek göz, kiralık bir odada, beş tane çocuk büyütmeye çalışmış…
Gece gündüz dememiş, ne iş bulursa çalışmış…

Uzun yıllar hamallık yapmış mesela…

Yetmemiş, boş kaldığı zamanlarda evlere odun kömür taşımış sırtında…

Yetmemiş pazar günleri sırtında küfe ile pazar alış verişi yapanların malzemelerini taşımış…

Hiç dur durak bilmeden, dinlenmeden, çalışmış durmuş Behçet Amca…

Tek derdi, tek oda içinde beş tane çocuğa, yaşlı ve yatalak annesine, aynı şekilde yatalak kayınpederine bakmakmış…

Üzerindeki pantolonu bile 20 kuruşa almış zamanında, kırk beş sene önce…
Aynı pantolon ile tam kırk beş yıl geçirmiş Behçet Amca…

Tek bir amacı varmış, kiradan kurtulmak.
Başını sokacak, tek odalı da olsa, bir ev sahibi olmak…

Fakat ne mümkün, o da olmamış…

Nasıl olsun?

Hiç sigortası olmamış, çünkü gündelik ve geçici işlerde çalışmış.

Çocuklarını büyütmüş, okutmak istemiş, ama çocukları da okuyamamış…

Fakat hepsini güzelce büyütmüş, adam etmiş, evlendirmiş, yuvalarını kurmuş…
Biri hariç, diğerlerini meslek sahibi yapmış.

Behçet Amca ihtiyarlamış…

Dünya hali, insan hayatı, koştur koştur çalış, didin, hayatın engebesinde…

Hayat su gibi akıp gitmiş, her şeye yetişmeye çalışmış, hiçbirine tam olarak yetişememiş…

Kolay değil, bir tek göz odada, İstanbul gibi bir şehirde, elde yok, avuçta yok… Dokuz boğaza bakması bir tek kişinin…

Behçet Amca, hiç yılmadan çalışmış, bunu da çok güzel şekilde başarmış bir adam.

Lâkin, o zorluklara meydan okur iken, yıllar da ona meydan okumuş.

Eskisi gibi hamallık yapamaz, yük taşıyamaz olmuş.

Eli ayağı eskisi gibi tutmaz olmuş.

Kiralık tek göz odada, tek hanımı ve kendi kalsa bile, emekli maaşı olmadığı için, yine çalışmaya mecbur kalmış Behçet Amca…

Kışın o soğuk, buz gibi kaldırım taşlarında, seyyar arabada, lezzetli mi lezzetli, sıcacık, taze, közde kestaneler satmaya başlamış…

Kışın her İstanbul’a gittiğimde, o soğuk havasında, mutlaka o lezzetli, sıcak, taze kestanelerinden alırdım…

Kestane alırken halini hatırını sorardım, ayaküstü sohbet ederdik, kısa kısa da olsa…

Kestane alırken bazen rast gelirdim, çevre esnafı olsun veya zabıta olsun pek rahat vermezmiş…Tabi ki herkesin kendine göre haklı sebepleri var.

Esnaf dükkan kirasını, vergisini veriyor, işçi çalıştırıyor, onlara aylık veriyor, sigortasını ödüyor, geriye kendisine de bir miktar para kalmasını istiyor…

Belediyeler de her yerde mantar gibi biten, denetimsiz seyyar satıcıları ve işportacıları istemiyor haklı olarak…

Dedim ya, herkes kendine göre haklı.

Behçet Amca da haklı, elde yok, avuçta yok, yaşlı…

Bir keresinde baktım seyyar arabası yok. Merak ettim, çevre esnafa sordum.

“Allah rahmet eylesin” dediler…
Behçet Amca Hakkın rahmetine kavuşmuş.

Yazımın başında da belirttiğim gibi; hayat herkese gülmez, bazılarına kahkaha atar.

Bazılarına Çırağan Sarayı’nda Sultan sofralarında, emrine amade, ayakta hazır ve her daim nazır bekleyen garsonlar yemek taşır…

Bazılarına da ömür boyu yük taşıtır…
Bir soğuk kaldırım taşında oturup üç kuruş ekmek parasını kazanmaya çalışır…

Allah (C.C.) biz kullarına adaletli olmayı emrediyor.
İyilik yapmayı, fakirelere yardım etmeyi emrediyor.
Unutmamak lazım.

Herkese dünya imtihanında başarılar dilerim (Ahirette kopya çekerek geçmek yok, baştan söyleyeyim).

-mış gibi, göstermelik değil; içten, samimi iyilik ve yardımlar geçerli…